GEÇMİŞE DOĞRU İLERLEMEK

 

    Bavulumu hazırlarken düşündüm; bu ayakkabıları taşımama değer mi? Orda ayakkabılarım vardı zaten. Annem atmadıysa tabi. İstanbul a indiğim gibi ritüellerimi yerine getirmek üzere elimde küçük boy bavulumla harekete geçtim. Vapura binilecekti önce, sonra benim için bu şehri katlanılır kılan Dolmabahçe ağaçlı yolda bir tur atılacaktı. Ancak kendimi hazır hissettiğimde mahalleye girebilirdim.

    İstanbul a karşı görevimi yapmış. İbadetimin bir parçası olan Dolmabahçe turu sonrası İstanbul un beni kabul etmesi adına bir adağımı daha bağışlamıştım. Bu şehre inanmak oldukça zahmetli ve bedeli yüksek olan bir şeydi. Yeri geldiğinde yüreğinin burkulan parçalarını İstanbul un yüce ışığına bağışlayıp geri alamazdın. Ve sonunda eksildikçe eksilen yetilerin yerinde kocaman boşluklar oluşur.

    Mahalleye doğru yola koyulma vakti gelmişti artık.

    Tamamlanması yok olmasını sağlayacak bir görevin peşindeydi zihnim. Yolun karşısından geçen hurdacıyı izlerken, ahizesi arabadan aşağıya sallanan haki yeşili o antika telefona takıldı gözüm. Kim bilir ne konuşmalar atlattı. Ne iyi, ne kötü haberler alındı o telefonda. Ne çoşkulu, ne korkulu, ne şehvetli sesler duydu, duyurdu. Ahizenin kablosu boynuma dolandı. Sürükleyerek götürdü mahalledeki bir apartman kapısına. Mahallenin arnavut kaldırımlarını çocukluğumdan beri bu kadar yakından görmediğimi düşündüm yerde sürüklenirken. Çocukluğumda çok düşmemin, şimdi hiç düşmememle nedensellik ilişkisi içinde oluşunu anlamam bana ne kattı acaba diye düşünürken ; asıl mevzunun bu olmadığını anladım. Meselenin bu olmadığını anladığında, asıl meseleyi kaçırmış gibi hisseder hep insan. Odaklanması daha da zorlaşır bir kere hedefi tutturamayınca. Daldığım anlam karmaşası havuzu, gitgide büyüyüp karayı göremediğim bir deniz haline geliyordu yüzmeye çalıştıkça.  Oysa bıraksam kendimi, illaki beni bulacaktı gizemli deniz kızı. Anlamına varacaktım bu sürüklenişin. Ama durur mu akıl hiç. Kayboldukça kayboldum. Denizden, löp diye uzay boşluğuna atladım. Tam salınırken yerçekimsiz ortamda, sahilden Bakırköy minibüsünün kornasıyla çıktım halis içerisinden. Halis muhlis bombok İstanbul kalabalığına uyandım. Başta bir üzüldüm yine bulamadık diye. Sonra minibüsçüye değil de minibüse küfür edip neyse kaybolmuştum yine zaten dedim. Kalktığım banka iki yaşlı nine oturdu beni beklermişçesine hızlı.

    Ne diyeceklerdi? Yapamadı mı? Ne diyeceklerinin ne önemi var ki? Sahi neden döndüm ben? . Ne olması gerekiyor diye düşünürken ne olduğuna bakmadım, yine asıl mevzuyu kaçırdım.

    Eve doğru giden yolun sonuna yaklaştım. On saniye yerimde durup derin bir nefes aldım. Neden bilmiyorum ama mahalleye güçlü girmek istedim. Kendini tehlike karşısında kabartan bir kedi gibi bu derin nefesle daha büyük ve güçlü duracakmışım gibi geldi. Mahallenin ağır abileri büyümüş artık, çoluk çocuğa karışmışlar. Köşeyi yeni nesil de tutmuyor. Mahalleye girince beni gören herkes gözleri kısıp bu kimdi lan dedi başta. Sonradan tanıyınca hafif bi gülümseme, yarım kafa sallamalar. Yokuşun eski tadı yok artık ya da bana öyle geldi. Bizim üç numaradakinin Broadway aynı yerde ama. Yabancılar baya artmış sanki mahallede, ama tanıdıklar da azalmamış gibi. Anlaşılan daha da kalabalıklaşmış.

    Dönmek kelimesinin nesnesi ait olduğun yer olur genelde. Bir şeyler için oradan gitmişsindir ve o şeyi başarılı veya başarısız tamamlamışsındır. Artık sana ait olana ya da senin ait olduğuna geri gelme zamanıdır. Askere, üniversiteye, göreve, işe, tatile gidersin ve tamamlayıp dönersin. Bu sefer öyle olmamıştı benim için. Ne gittiğim yere ait olabilmiştim ne de döndüğümde artık buraya aittim. Kökünden sökülüp bir daha toprağın kabul etmediği ama hâlâ canlı bir fidan gibi kalmıştım ortada. Bir şeye veya yere dönülüyorsa geçmişinde olmaması mümkün değildir. Geçmişe doğru ilerlemek gibidir dönmek.

    Etrafımızdaki eşyaların eskiyişi bile bize o hep kaçtığımız zamanı, yaşlanmayı, eskimeyi hatırlatıyordu. Geçtiğimiz yollarda kesilmiş ağaçları hatırladıkça, köklerimizi saldığımız bu mekanın tüm yitip giden canlıları gibi karşı koyamayacaktık bu acımasız sirkülasyona. Yenilenmek, baştan başlamak her baharda, bitkilerin tohumlanması gibi yeni bir adaptasyon ve sanrılı birer doğum gibi inatla, dünyaya gelmeye çalışmak. Yaşamın o amaçsız topraklarında var olmaya çalışırken; üzerine bir de çiçeklerle süsleyip anlamlı hale getirmek bu çabayı. En eski insan davranışlarındandır kendisi.

    Anlaşılan o ki sığamamıştım gittiğim yere dönmüştüm işte. Sığmayacağımız kalıplar yaratıp sığamıyorum diyoruz. Öyle ki "Sığamamak" değil, "Sığmamak" tır bunun adı ve sığmamak da bir insan geleneğidir.

    Tüm bu tatminsizlik, anlamlı hale getirme çabası ve sığamamak huyları dönmek için birer bahane olmuştu bana..

Yorumlar